Pink Floyd - The Wall tişörtü almıştı. Benim alacağım "The Dark Side of the Moon" plağından hiç haberi yoktu o zamanlar. Verilmek üzere aldığım pikapın varlığından bihaber, sevgilisiyleydi. Bir kilo incir almıştım. "Ailene verirsin benim adıma". Elimden gelen buydu. Büyük vaatlerim, geleceğe dair sözlerim yoktu. Bir yerlerde, salaş bir çay bahçesinde oturmak, kimsenin kıymetini bilmediği müzikleri dinlemek istemiştim sadece. Her şey sade olmalıydı. Bu kadar heyecanlanamaz, yavaş yavaş ermeliydik en üst noktaya. O ise artık bunların anlamsızlığını suratıma o kadar sert çarptı ki, sadece müziklerimle başbaşa kalmıştım. Lise kimya hocamın yazdığı şiirler gibisini yazmak, Turgut Uyar okumakla geçmişti zamanım. Olmuyordu. Yazamıyordum. Ama şiiri yavaş yavaş sevmeye, onunle başlamıştım. Sinemanın 7. sanat olduğunu, Wristcutters'ı onunla öğrenmiştim. Ondan o kadar çok şey öğrenmiştim ki, ait olduğum kişiliğin en boş kısımlarını, onun kocaman varlığıyla doldurmuştum. Öyle ki, gittiğim yerlere, yaptığım şeylere onu da beraberimde götürmüştüm. Bu hayatta Mark Knopfler gerçeğine onunla erişmiş, ona sımsıkı sarılarak dinlemiştim konseri. Öğrendiğim her şeyin, yaşadığım her tecrübenin ölümsüz kalması, bir fotoğrafla beraber yerle bir oldu. Halbuki kocaman peleriniyle Batman, harika yazısıyla Kafka, Magic Bus koordinatlarıyla Into the Wild, hayatıma hep onunla girmişti. Öyle ya, yavaş yavaş şekillenen ve oturduğu zannedilen karakterim, ona çok şey borçluydu.
Benimle dakikalar içinde defalarca ayrıldığında, titreyen ellerimle, binlerce kilometre uzaktaki, ardımda kalan her şeyi kırmaya çalıştım. Yarı kalmış, içilmemiş sigaramızı içmeye, Tenten ve Fındık'a bakıp huzura kavuşmayı denemiştim. Her şeyimi, ama her şeyimi, beraber yaşadığım bir sevgilinin, dostun, yoldaşın varlığını yanımda hissetmediğim ilk andı. O kadar ki, bu hissin devamında da, sanki bir yeniyetmeymişcesine, dik durduğumu, bunun altında ezilmediğimi göstermeye çalıştım. Hiç ben değildim ve kendim gibi olmamaktan, hissettiğim gibi olmaktan her zamankı gibi inanılmaz mutluydum.
Masadan kalktım ve kendimi, sonunun nereye vardığını bilmediğim bir boşluğa bıraktım. Kendimi "İşte bunların hep filtre" olmadığı bir dünyada, yarı yolda bırakılmış bir varlık gibi amaçsız ve çıkmazda hissettim. Yer sofralarında yapılan kahvaltılar, sonu gelmezcesine içilen çaylar, asla bitmeyen Eksen yayınlarını apayrı bir dünyada bırakıp sadece acının var olduğu bir dünya gönderilmiş, bu dünyadan çıkmak için varımı yoğumu ortaya koyduğumdaysa, tüm bu geçmişin bir başkasınca, başka vaatlerce, bir fotoğraf vasıtasıyla gerçekleştiğine acınası ve ağlamaklı gözlerle şahit olmuştum. Ak ile kara kadar iki zıt duyguyu dibime kadar hissetmiş ve tükenmişlikler yolunda onun için daha iyisini dilememiştim, dileyemeyecek kadar bencildim. Listerine'den bir yudum almak kadar heyecanlandığım bir ilişkinin, var oluşun son noktasına bu kadar acı bir halde geleceğini tahmin edememiş, bana ait olmayan binlerce düşünce arasında sıkışmıştım. Dışarıya bir çığlık attım. Epey güçlü bir çığlık. Bağırdım, isyan ettim ama inandıramadım. Aklına dair güçlü duyguları olan biri olarak, aklını çok ötede bırakmış, yalnız bir hayal dünyasında, tek umudumun ellerimden kayışına tanık olmuştum. Kucakta uyuyakalmanın verdiği huzuru, başka hiçbir yerde aramamak adına, çizemediğim, bilemediğim yoluma devam etmiştim. Bunca anıdan sonra, bir anda ötelenmeyi, unutulmayı, vazgeçilmeyi, beklenmemeyi hak eder olduğumu idrak ettiğim anda varlığımın tüm somut belirtilerinden sıyrılmış, kalbimin en soyut düşünceleriyle oluşmuş bir Alper oluvermiştim. Ben, eski ben değildim ve bu, benim için bir dönüm noktası olmuştu. Şu an, dönüm noktasında sıkışmış ve eli ayağı bağlı bir canlıymışımcasına unutulmuş, yok edilmeye hazırlanmıştım. Yok oluşa, ilk defa bu denli yaklaşmıştım.